Başka bir açıdan II. Abdülhamid Han



Sultan 2. Abdülhamid’in Ardından



 1909 yılında tahttan indirildikten sonra, dokuz yıl içinde koca bir devletin İttihat ve Terakki idaresi altında çöküşünü büyük bir üzüntüyle takip eden Sultan 2. Abdülhamid, Devlet-i Âliye’nin hazin sonunu görmeden vefat etti. Herhalde Osmanlı’nın parçalandığını, Anadolu’nun işgal edildiğini ve düşmanın Hilâfet merkezi İstanbul’a dayandığını görmek, onun için yaşadıklarından çok daha büyük bir acı olurdu.

Hataları ve sevaplarıyla Abdülhamid’i, hayatta iken bir “baba” olarak görüp takdir edenler ve onun hakkında “dünyanın son cihanşümul hükümdarı” diyenler olduğu gibi, tenkit edenler ve yerden yere vuranlar da oldu. Tarih, vaktiyle onu acımasızca tenkit ederken sonradan pişman olanlara, değerini geç de olsa idrâk edenlere ve hattâ bunu âdeta bir “itirafnâme” gibi yazıya dökenlere şahit oldu. Dinine bağlılığı, güzel ahlâkı, milleti için çalışması, adâletli tavrı ve düşmanlarına bile iyilik yapmasıyla öne çıkan Abdülhamid’i halk çok sevdi. Hakperest insanlar tarafından vefatı sonrasında dâima hayırla yâd edildi. Onun Osmanlı Devleti ve cemiyeti için nasıl bir birleştirici unsur olduğu, memleketi 33 yıl nasıl bir dirâyetle idare ettiği, tahtan indirildikten sonra çok daha iyi idrâk edildi. Jön Türk idaresine bıraktığı devletin yüzölçümü, Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne, Karadeniz’den Afrika’nın kum çöllerine kadar yaklaşık 5 milyon kilometrekareye ulaşıyordu. İttihatçılara bir yangın, bir enkaz değil, 30 milyonu aşan nüfusuyla büyük bir ülke ve modernleşme çalışmaları devam eden bir ordu bırakmıştı. Dış borçları azaltmış, devlet ekonomisini büyük ölçüde toparlamıştı.

Abdülhamid’in vefatından sonra tarihî itiraflarda bulunanların başında İttihatçı liderler geliyordu. Vaktiyle Abdülhamid idaresine bayrak açan ve “Hürriyet Kahramanı” ilân edilen Enver Paşa, Mondros Ateşkesi sonrasında 1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederken, yâveri Mersinli Cemal Paşa’ya, “Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, hatamız Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık paşam, çok yazık! Siyonistlerin oyununa âlet olduk ve onların hıyanetine uğradık!” deyişi çok mânidardı. Enver Paşa’nın bu sözleri, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini acı ama geç de olsa fark ettiklerini gösteriyordu.

Enver Paşa haklıydı; ama ne çare ki, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Niceleri Abdülhamid’i anlayamamakla kalmamış, milletin de gazabına uğramışlardı. Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbi’ne girmesine ve memleketin işgaline sebep olanlardan Talat Paşa da, “Geri döneceğim.” diyen Enver Paşa’ya, “Siyaseten mağlup olduk, artık bunu unut. Milletin gazabı yüzümüze döndü.” derken haksız değildi.

İttihat ve Terakki Fırkası içinde Abdülhamid’in en yaman muhaliflerinden biri de, çok yönlü bir kimse olan şâir-filozof Rıza Tevfik’ti. 2. Meşrutiyet döneminde payitahtta aktif rol alan ve Meclis-i Mebusan’a giren Rıza Tevfik’in edebî, siyasî ve halk adamlığı tarafları vardı. Ayrıca tıp doktoru ve üst derecede bir Mason’du. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihatçıların istibdadını yaşayan ve onlarla yolunu ayıran Rıza Tevfik, bilâhare “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”na girdi. Mütareke yıllarında bakanlık yaptı ve Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyette yer aldı. Cumhuriyet devrinde “Yüz Ellilikler” arasına alındı ve affa uğrayıncaya kadar çeşitli ülkelerde yaşadı. Memlekete ancak 1938’de dönebilen ve Masonlar hakkındaki ifşaatları geniş yankı uyandıran Rıza Tevfik, ıstıraplı bir hayattan sonra 1950’de öldü.

Sultan Abdülhamid sonrasında Osmanlı İmparatorluğu sadece parçalanmakla kalmadı; asırlardır Devlet-i Âliye’ye tâbi olan toplumlar, bir ifadeyle “imâmesi kopmuş tesbih taneleri” gibi darmadağın oldular. İş işten geçtikten, maalesef fitne uyandıktan ve cemiyet içinde kutuplaşmaların zemini hazırlandıktan sonra, Rıza Tevfik de pişmanlık duyanlar arasında yerini aldı. İlk defa 24 Aralık 1927’de Mısır’da neşredilen ve 1947’de Necip Fazıl Kısakürek tarafından “Büyük Doğu” mecmuasında yayımlandıktan sonra dava mevzuu olan “Sultan Hamid’in Ruhaniyatından İstimdat” adlı şiirinde pişmanlığını şöyle dile getirdi:

“Nerdesin şevketli Sultan Hamid Hân?

Feryadım varır mı bâr-ı gâhına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan

Şu nankör milletin bak günâhına!.



Tarihler adını andığı zaman

Sana hak verecek hey koca sultan!

Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyasî padişahına!.



Divâne sen değil, meğer bizmişiz!.

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz!.

Sade deli değil, edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kıblegâhına!..



Lâkin sen sultanım gavs-ı ekbersin,

Ahiretten bile himmet eylersin;

Çok çekti şu millet, murada ersin;

Şefaat kıl şahım meded, hâhına!..”



Şâir ve edip Süleyman Nazif de Abdülhamid’in arkasından şu mısraları kaleme aldı:

“Padişahım! Gelmemişken yâde biz.

İşte geldik senden istimdâda biz,

Öldürürler, başlasak feryâda biz.

Hasret olduk eski istibdâda biz.

Dembedem coşmakta fakr u ihtiyaç,

Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.

Memleket mâtemde, öksüz taht u taç

Hasret olduk eski istibdada biz.”



Mehmed Âkif de bir dönem İttihat ve Terakki’ye girmiş, 2. Meşrutiyet’ten önce ve 2. Meşrutiyet’in ilânının hemen sonra ülkede esen 2. Abdülhamid aleyhtarı havadan derinden etkilenmiştir. Mehmet Âkif’in o yıllarda 2. Abdülhamid aleyhtarı tavrı, şiirlerine de yansımıştır. Meselâ, 1. Kanunisâni 1324/ (14 Ocak 1909’da) Sırât- Müstakim mecmuasında yayınlanan “İstibdâd” isimli şiirinde, Sultan 2. Abdülhamid’i ağır bir dille yermiştir. Fakat gelişen hâdiselerin ışığında kısa bir süre sonra, büyük bir hata yaptığını anlamış, yine Sırât ı Müstakim mecmuasında 1919-24 yıllarında yayınladığı Safahat’ın 6. kitabı olan ve Âkif’in şâheseri olarak kabul edilen “Asım”da, babası Hoca Tahir Efendi’nin talebelerinden “Köse İmam”ın dilinden, Sultan 2. Abdülhamid’le ilgili sözlerini geri almış, onun gerçek değerini fark etmiştir:

“Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş

Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”



2. Abdülhamid’le ilgili tenkidleri de “herzeyle iştigâl” olarak değerlendirmiştir.

Said Nursi’nin Mülâhazalarında Öne Çıkan Hususiyet

“Abdülhamid muhalifleri” arasında yer alan şahsiyetlerden biri de, bir dönem İttihatçıların “dine saygılı” olanları ile münasebeti bulunan Said Nursî idi. O tarihlerde ne Eşref Edip ne de Mehmed Âkif ile bu manâda müşterek bir münasebeti yoktu. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin bir üyesi olarak, Volkan gazetesinde makaleleri neşrediliyordu. 1907 yılında İstanbul’a geldikten sonra, Van’da “din ve fen” ilimlerinin birlikte okutulacağı “üniversite” projesine destek bulmak için padişahla görüşmek istemiş; ama kader buna müsaade etmemişti. O günlerde itirazvarî bazı makaleler neşretmiş ve bir defasında padişaha hitaben açık yüreklilikle, “Etrafını hafiyelerin, dalkavukların, jurnalcilerin sardığı münhasif Yıldız’ı tut, dârülfünûn yap, bir ulema meclisi yap. Tâ Süreyya kadar âli olsun…” diye çağrıda bulunmuştu. Saraya çöreklenen ve halka zulmeden müstebit paşaları değiştirmesini, onların yerine hakikatli yüksek âlimler yerleştirmesini; böylece sarayın ilim, irfan, feyz, rahmet ve adâlet saçan bir üniversite olmasını talep etmişti. “Hürriyet isteyen; îmânın hürriyeti gerektirdiğini söyleyen; istibdadın ise insaniyete ve İslâmiyet’e zıt bir durum olduğunu” dile getiren Said Nursi’ye göre evvelâ, “milletin kalb ve kafa hastalıklarının tedavî edilmesi için, zaaf-ı diyanete ve cehâlete karşı” mücadele verilmeliydi.

Abdülhamid, Said Nursi’nin bu çağrısını devrin karmaşık siyasî ve içtimaî şartları içerisinde mabeyn duvarı sebebiyle fark edecek durumda değildi.

Said Nursi, 1950’li yıllarda neşrettiği bir lâhikada, esasen Abdülhamid’e muhalif olmadığını, onun şahsının cüz’î bir istibdad sahibi olduğunu ve maalesef aşırı derecede vehimli olduğunu söylemişti. Hususî hizmetinde bulunan talebelerinden Mustafa Sungur’un naklettiğine göre, bir gün eliyle mübarek başına vurmuş ve: “Keçeli Said, sen şefkatli bir padişaha ‘müstebit’ diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların cezasını çek!” demişti.

Said Nursi sonraları, hem Abdülhamid’in hem de umum Osmanlı hanedanının İslâm’a yaptıkları hizmetleri, “Sultan Abdülhamid velîdir. Ben onu hususî dualarım içine almışım. Her sabah, ‘Yâ Rabbî! Sen Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hânedân-ı Osmaniye’den râzı ol!’ diye dualarımda yâd ederim.” diyerek takdirle anıyordu.

Abdülhamid’in takip ettiği idarî usûl biraz otoriterdi. Hafiyeleri vardı ve basına sansür tatbik ediliyordu. Onun -iyi niyetle olsa bile- din adına yaptığı bu tatbikata muhalefet eden said Nursi, bütün gücüyle meşrutiyeti ve hürriyeti, İslâm hukukuyla meczederek hayata geçirmesi için gayret gösterdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki “Ahrar Fırkası” ileri gelenleri ile görüşmeler yaptı. Bir müddet onlarla beraber göründü. Lâkin cemiyetin ana damarlarına hâkim olan Farmason ve aynı zamanda ırkçı grup, ondan ayrıldı ve ona düşman kesildi. Vefat edinceye kadar da peşini bırakmadı…

“Sultan-ı Mazlum ve Şefkatli Sultan” diyerek Divan-ı Harbi Örfî’de Abdülhamid’i müdafaa eden said nursi, fikirlerini ifade ederken Abdülhamid’in şahsiyetini tenzih ediyor; ama hürriyeti boğan ve meşrutiyeti askıda tutan siyasetine karşı tavır alıyordu. Abdülhamid hakkındaki tenkitlerinde o devrin şahıslarından, hususiyle Mehmed Âkif’ten ayıran en mühim nokta, muhalefetini şahsîleştirmemesi; prensip ve kaideler üzerinde durmasıydı. Hiçbir yazısında Abdülhamid’in şahsiyetini, halifelik makamını tezyif edici bir ifadenin bulunmaması bunun en büyük deliliydi. O, padişahın etrafına çöreklenen ve bir kısmı Mason olan ekibin, onun nâmına yaptıkları yanlış ve zaman zaman zulme varan icraatları tenkit ediyordu. Üstelik fikirlerini dile getirirken hem itidâl çağırısı yapıyor, hem de meselelere dinin ve ilmin ışığında mantıkî çözüm teklifleri sunuyordu.

Abdülhamid’in siyasetini ve şahsiyetini hedef alarak ona ağır ithamlarda ve tenkitlerde bulunan bazı muhaliflerinin sonradan onun ruhâniyetinden “istimdat” ile özür dilemelerine mukabil, bazı muhaliflerinin tavırlarında herhangi bir değişlik olmadı. Bu konuda en dikkat çekici husus ise, Abdülhamid’e karşı amansız bir kin ve husumet duymaya devam edenlerin neredeyse tamamının İslâmiyet’le ve bu milletin yüzyıllardan beri sahip olduğu değerlerle barışık insanlar olmamalarıydı.





Kaynaklar

– Ayşe Osmanoğlu, “Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım)”, Selçuk Yayınları, Ankara, 1986.

– “II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyum Bildirileri”, Seha Neşriyat, İstanbul, 1992.

– Halûk Y. Şehsuvaroğlu, “Sultan İkinci Abdülhamid”, Resimli Tarih Mecmuası Koleksiyonu.

Yorumlar