Osmanlı Medreseleri ve Bir Gerikalmışlık (!) Hikayesi


Muhtelif müdrikeler ve bakış zâviyeleri ile farklı mânalara gelen Modernite, derinlemesine ve gerçekçi bir şekilde düşünüldüğünde, Batı ve onun diğer dünyaya dikte etmeye çalıştığı fikrî mugalâta mecmuâtından ibarettir. Bu mecmuât, içinde bulunulan (!) halden kurtuluş reçetesi olarak sunulmakta, onu –İslâm Dünyası olarak- kabule şayân görmek ve İslâm Dünyasını, ondan medet ummak durumunda kalınması gibi bir hale sürüklemiştir. Aslında bu mecmuâtda -paket programda-, neyi nasıl düşünmemiz, nasıl yorumlamamız, nasıl anlamamız basit bir şekilde anlatılmış, dolayısıyla diğer dünyaya düşünce tarzı, dünya görüşü ve medeniyeti pazarlanmaktadır. Mevzu bahis paket program bize, bizim bile tarifimizi yapmakta kendimizi bu tarife göre tanımlamamız gerektiğinin altını çizmektedir.
Bu paket program birçok sahada, kendisine asırlar boyu istemediği ve fakat kabule mecbur olduğu Osmanlı Devleti’nden, onun dini İslâm’dan, kültüründen, egemen olduğu fikriyattan intikam alma fırsatı vermişti. Mesnedsiz iddialarını Batı’da üretmekte, tüm dünyaya pazarlamakta, mevzubahis iddialar kabul edilmekte ve maalesef ülkemizde de bu mecmûâta musaddikler bulunmaktadır. Bu mugalâta mecmûâtının ana unsurlarını üç aşama belirlemektedir; İslâm ile bağlantısı olan her şey; tarih, ilimler, siyaset ve diğerleri a) gelişme ve yükselme devri b) duraklama devri c) gerileme devri şeklinde tasnife tabi tutulmaktadır. Ne gariptir ki hem ilmî (fıkıh, Hadis-i Şerif, tefsir, edebiyat, vb.), hem siyasî hem de tarihî açıdan duraklama ve gerileme devri hep Selçuklu sonları ve Osmanlı’nın başı ile başlamaktadır. Bu bağlamda ilmî çalışmalarda yapılacak bu tarz oryantalist tasnifi göz ardı etmeden bir bakış açısı geliştirmek gerekmekte ve bu tasnif ve tenkitleri dikkate almadan yolda ilerlemenin çarelerine bakmalıdır.
Evvela ele alacağımız şey oryantalistlerin ve maalesef içimizdeki sözcülerinin iddia ettiği Medreseler geriledi, Medresenin gerileme sebepleri, Medreselerde okutulan ilimler, buna bağlı olarak gelişen şerh ve haşiye geleneği gibi mevzulara cevap aramak olacaktır.
İddiaların kahir ekseriyeti medreselerin gerilediği bu gerilemenin de başlıca beş sebebten mütevellit olduğudur; 1) Aklî ilimlerin terk edilip tamamen naklî ilimlerin onların yerine ikame edilmesi (ezbercilik) 2- Medrese kanununa mugayir yapılan işler (iltimas, rüşvet, ihmalkârlık) 3- Hâmiler vasıtasıyla medresede eğitim görmeden ilmiye sınıfına alınma 4- Rüşvet 5- İlim ehli ile cahilin birbirinden ayrılmaması ve kıymet ve derecesinin ölçülememesi. Bu maddelerin bazıları birbirlerinin tekrarı sadedindedir, söz konusu maddeleri sayanlar umumiyetle işe ideolojik bakanlardır. Mevzua tarafsız, objektif ve derinlemesine bakıldığında işin böyle olmadığı görülecektir. Medreseler hak etmedikleri eleştirilere maruz bırakılmış fakat bu hususta akademik çalışmalar neredeyse yapılmamış denecek kadar azdır. Ayrıca bu maddelerin her birerinin olması durumunda bile medreselerin lağvi değil ıslahı lazım gelir. Fakat burada vaziyet hakikaten üzüm yemek değildir, medreselerin var olup olmaması değil direk bozulduğu tartışmaya açılmış ikinci adım olarak kapatılması gündeme getirilmiştir. Hatta bu mevzua “araştırmaya lüzum yok, hiç kimseyi yetiştirmemiştir demekle iktifa daha yerinde olur” diyecek kadar araştırma yoksunu ve ilmî ciddiyetten uzak, ideolojik bir şekilde bakılmıştır. İddialara şöyle bakmalıdır; evvela aklî ilimlerin Osmanlı medreselerinde terk ya da ihmal edildiğini söyleyebilecek kat’î bir delil mevcut değildir, buna mukabil ileride zikredeceğimiz üzere programlarında aklî ilimlerin varlığı müdelleldir. Ezbercilik hususunda ise yine ileride zikredeceğimiz üzere; okunan dersi birkaç saat müzakere eden, derste tâ’lika tutan bu tâ’likalara şerhler yazarak genişleten (bunlardan yeni şeyler üreten), ihtisar edip akılda kalmasını kolaylaştıran bir yapı hakkında şerh ve haşiye geleneğini de iştimal edecek şekilde onu “ezberci” gibi hazır kalıp, basit ve batı menşe’li bir ifade ile geçiştirmek oldukça haksız ve yersizdir. Burada ifade edilmesi gereken bir diğer husus aklî ilimlerin terk edildiği mevzuudur, bu kabul edilse bile –doğru değildir- medreselerin aklî ilimleri terk ettiği için mi geri kaldığı iddiası hâlâ akıllardaki bir diğer sorudur. Yine iddialara göre XV. ve XVI. asra kadar olan gelişmenin müsebbibinin aklî ilimler olduğu ne malûmdur. Geri kaldı iddiasının diğer maddeleri aşağı yukarı aynı şeyleri anlatır, rüşvet, iltimas. Siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın sepetin içine çürük elmalar karışacaktır, bu çürük elmaların yaptıklarını koca sepete ve içindeki diğer sağlam elmalara teşmil edemezsiniz. Kaldı ki bozulduğu iddia edilen medreseler cumhuriyete kadar varlığını korumuştur. Medreselerde olduğu iddia edilen rüşvet ve iltimas Avrupa’daki okul ve kolejler incelendiğinde bizimle boy ölçüşemeyecek düzeyde fazla olduğu görülür.
Medreselerde ezbercilik mi vardı? Bu soruya medreselerdeki tartışma sistemi manasına gelebilecek olan münâzara ile cevap vermelidir; İslâm âlimlerine göre münâzara ilmin özü, istişare ise münâzaranın özüdür, yine bir saat münâzara bir ay mütalaadan hayırlıdır. Ulemâ her hususta olduğu gibi bu hususta da birçok kitap telif etmiş, bu literatüre âdâb denilmiştir. İlmi cedel, münâzara, nazar, hilaf bahs aralarındaki bazı farklarla beraber bu edebiyatın ıstılahları ilimleridir. Medreselerde münâzaralar tertip edilmekte ve bu münâzaralar belli kural kaideler çerçevesinde sadece ilim öğrenmek ve ilmi kuvvetlendirmek için yapılmaktadır. Münâzarada karşı tarafın görüşünü red veya çürütmek esastır ve bu üç yolla yapılır; 1- Men, engelleme, “biz bunu kabul etmeyiz” şeklinde ifade edilen tür. 2- Nakz, öne sürülen delilin butlanı ispatlanırsa bu nakzdır. 3- Muâraza, itiraz teze olur da delile olmazsa muaraza denir. Ayrıca münâzara ile alakalı, söz uzatılmamalı, ses yükseltilmemeli, âdâba münasip olmalı, söz kesilememeli gibi onlarca âdâb kaidesi vardır. Medrese talebeleri bu münâzaraların haricinde de tatil günlerinde müsait oldukları vakitlerde münâzaralar tertip ederdi. Bütün bunlarla beraber birkaç satır ders okuyup saatlerce bu dersin müzakeresinin yapıldığı bilinmektedir. Böyle geniş münâzara, nazar, istidlâl, hilâf, cedel edebiyatının bulunduğu bir vasata ezberci demek hiçte münâsib olmayacaktır.
Bir diğer husus ise medreseler de aklî ilimlerin terki, bunu anlamanın ise en güzel yolu metod ve programa bakmak olacaktır. Burada iki husus dikkatleri celb etmektedir; 1- Okutulan dersler 2- Şerh ve Haşiye taklîtten mi ibarettir. Medreselerin kısımlarına baktığımızda İbtidâi hâriç, Hareketi hâriç, İbtidâi dâhil, Hareketi dâhil, Mûsıle-i Sahn, Sahn-ı Semân, İbtidâi Atmışlı, Hareket-i Atmışlı, Mûsıle-i Süleymaniye, Süleymaniye, Hâmis-i Süleymaniye, Dârül-Hadis-i Şerif kısımları olduğu görülmektedir. Medreselerdeki eğitim programına siyasetin müdâhil olmadığını söylemek mümkündür, programı Vâkıf ve Müderrisler yapmaktadır. Medreselerde sene, sınıf geçme olmayıp ders, kitap geçme mevcuttur. Evvela muhtasar sonra mufassal kitaplar sırasıyla okutulmaktadır. Mesela; Sarf’tan; Emsile, Bina, Maksûd, İzzî, Merâh, Nahiv’den; Avâmil, İzhâr, Kâfiye, Molla Câmî, Belâgat’tan; Şerhi Miftâh, Misbâh, Mutavvel, Telhîs, Tefsir’den; Kâdı Beydâvi, Keşşâf, Celâleyn, Usûlü Tefsir’den; el-Burhân, İtkân Kırâat’ten; Cezeriyye, Şâtıbiyye, Karabaş Tecvidi, Hadis-i Şerif’ten; Buhâri, Mişkât, Mesâbîh, Usûlü Hadis-i Şerif’ten; Nuhbe, Elfiye, Fıkıh’tan; Hidâye, Vikâye, Dürrül-Muhtâr, Dürer, Usûl-ü Fıkıh’tan; Tenkîh ve Tavzîh, Menâr, Mir’at, Kelâm ve Akâid’den; Tecrid’ul- Kelâm, Şerh Mevâkıf, Akâid-i Nesefî, Mantık’tan; İsagôcî, Fenârî, Şemsiyye ve bunların yanında hey’et (astronomi), hikmet ( Fizik), hesap, tıp ve hendeseye dair kitaplar okutulmaktaydı.
Daha evvel zikredildiği gibi Medreselerde talebeler; talika, imla, şerh, münâzara gibi aktivitelerle ilmi açıdan kendilerini geliştirmekteydiler. Bununla beraber medreselerde icazet sistemi mevcuttu. Medreseyi bitiren icazetlerini alan talebe mülazım olur, yedi yıl müderrislik yapar, sonra rüûs sınavına girer ve ders-imamlık unvanını alırdı. Medreselerde zaman zaman imtihanlar sıklaştırılmış, yeni kanunlar ve nizamnamelerle nelerin okutulması gerektiği tavsiye edilmiştir. Bu nizamnamelerde aklî ilimlerinde bulunması aslında o günlerde bunun bir fazlalık olarak görülmediğine işaret eder. Bu günkü manada ihtisas, lisansüstü eğitim ise medreselerde mevcuttu bu hususta George Makdisî, medrese talebelerinin eğitimleri bittikten ve icazet aldıktan sonra hocaları ile beraber bulunduklarının lisansüstü eğitim gördüklerinin literatürde varlığından bahseder. Ayrıca Medresetü-l Mütehassisîn tarzı medreselerin Osmanlı’da varlığı da vakıadır.

Son olarak şerh ve haşiye geleneğinin taklîd ve birbirini tekrardan başka bir şey olmadığı iddialarına, şerh ve haşiye geleneğinin duyduğumuz aşina olduğumuz şeklide aşağılanma, karalanma ve belli kelime kalıplarıyla tavsif edilip itibarsızlaştırma çalışmaları aslında başta da belirttiğimiz Osmanlı aleyhtarları lehine, Türk İslâm tarihi ve kültürünün ise aleyhinedir. Zira tehdit bize yapılmaktadır. Bizim şerh ve haşiyeden anladığımız, bir kitabı okuyup onu rahat hafızada tutmak için kısaltma, daha iyi kavranması için açma, eksik olduğunu hissettiği yerleri tamamlama, seçmeler yapma, irtibatlarını sağlama, metni tahkik edip manayı sıkılaştırma gibi faaliyetlerdir. Mevcut kitapla şerhi arasında müthiş bir bağ fakat tamamen farklı bir ilmi anlayış ve yapı vardır. Bu yeni kitap o eski kitabın ne aynıdır ne de gayrıdır. Bütün bunların yanında hocaya saygı onun kitabını, ondan öğrenilen ilme hürmet, o ilmi intişar gibi sebeb ve Saikler vardır. Bunu kendini, egosunu her şey gören bir batı ve ilim anlayışından beklemek elbette ki abes olacaktır. Unutulmamalı ki tel’ifâtın evvelindeki mukaddimelerde müellifler “âlim dostumun isteği ile, talebelerimin arzusu ile, evvel ki kitabımı okuyanların ricası ile gibi ifadeler dikkat çekmekte bu da bu tarz kitapların nasıl bir boşluğu doldurduğuna delil olmaktadır. En mühim husus ise buradan hareketle Müslümanların orijinal fikirler ortaya koyamadığı fikridir. Bununla ulaşmak istedikleri nihai nokta ise kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Efendimiz (sav)’in (sav) Hadis-i Şerif-i Şeriflerinin orijinal olmadığı Hıristiyanlık, Yahudilik gibi dinlerden istifade ile elde edilmiş binaen aleyh uydurma bir din olduğu neticesidir. Şerh mevzuunda misal olarak ise Hüseyin Vassâf Efendi’nin Muhammed Sâmi Sünbüli’nin elli dört sayfalık kitabını şerh edip, beş ciltlik, iki bin beş yüz sayfalık bir eser meydana getirmesi söylenebilir. Hakikaten denildiği gibi merhum tekrar mı yapmıştır düşünmeye bile gerek yoktur ki işin aslı öyle değildir. Merhumun bu şerhi tam da şerh ve haşiyenin küçümsendiği yıllarda yapması ise güzel bir cevaptır.

Yorumlar