XIX. yüzyılda tezahür eden, Batı insanının narsist bir tavırla kendini, batıyı yüksek görmesi, aynı senelerde bizdeki siyasî, askerî, iktisadî ve neticede ictimâî muvaffakiyetsizliklerle kendimizi hakir görme ile başlayıp, tabiri caizse denize düşüp, kurtuluş olarak sarıldığımız ve halen devam eden adına “Batılılaşma” denilen bir başkalaşma, adaptasyon süreci neticesinde Türkiye, el’an Batı tarafından Doğulu, Doğu tarafından ise Batılı görünmektedir. Batı genel itibarla halkı Müslüman olan hiçbir devletin Batılı olamayacağına kanii iken, Doğu ise içinde bulunduğumuz ahvale bakarak, bizi doğuya benzetememekte bununla beraber bir yerlerden tanımakta fakat çıkaramamaktadır. Bizim nasıl bu hale geldiğimizi anlamak için tarihte ufak bir seyir faydalı olacaktır.
Numune
aldığımız, onlar gibi olmaya çalıştığımız Batı, dolayısıyla Hıristiyanlarla
tanışmamız Asr-ı Saadet’e kadar varmaktadır; Haris bin Umeyr’el-Ezdi’nin (ra)
Bizans’a bağlı Busra’ya elçi olarak gönderilmesi fakat Mute’de Bizans valisi
Şurahbil bin Amr tarafından şehit edilmesi hadisesi akabinde Müslümanlar ilk
defa Hıristiyanlarla menfi manada karşı karşıya gelmiştir. Yine Ka’b bin Umeyr’el-Gıfarî
ile beraber on beş kişilik heyeti (ra) “zatü atlah” halkı için İslam’a davet
için göndermiş, Hıristiyanlar bu suçsuz elçileri de oka tutup şehit etmiş,
içlerinden sadece Ka’b (ra) yaralı olarak Medine’ye dönebilmiştir. Bu iki
hadisede de Hıristiyanlar haksız yere suçsuz elçilere saldırmak ve öldürmek
suretiyle Müslüman-Hıristiyan mücadelesini başlatmışlardır. Peygamber Efendimiz
(sav) bu iki hadiseye çok müteessir olmuşlar ve Mute üzerine sefer hazırlıkları
başlamış, Hicretin sekizinci senesinde üç bin sahabeye (ra) mukabil, Hıristiyan
Arap ve Rumlardan müteşekkil kaynakların ittifakı ile yüz bin kişilik bir ordu
ile karşı karşıya gelinmiş ve Müslümanlar toprak kazanamasalar da mutlak bir
zafere kavuşmuşlardır. Hıristiyanlarla Müslümanların mücadelesi bundan sonra
hep var olmuş ve olacaktır. Hıristiyan Batı bu temeller üzerine kurulmuş birçok
eserde Peygamber Efendimiz’e (sav), İslam’a iftiralar atılmış, Efendimiz’in
(sav) nübüvveti, ümmîliği, birtakım hastalıklarının bulunduğu gibi uydurmalar, Kuran’ı Kerim’in vahiy kaynaklı olması,
meseleleri taraflı bir şekilde anlatılmıştır. Batılı bu literatürün
oluşmasında, neredeyse tamamının papaz olması hayretleri celb eden, bizim
şarkiyatçı dediğimiz oryantalistlerin payı büyüktür. Oryantalizm ile alakalı
çalışma yapanların tespitlerine göre, resmi manada oryantalizm 1312 yılında
Viyana’da toplanan kilise konsilinin Avrupa’nın; İngiltere-Oxford, Fransa-Paris,
İtalya-Bologna ve İspanya-Salamanca üniversiteleri gibi mühim eğitim
müesseselerinde, başta Arapça olmak üzere Süryanice ve İbranice gibi Sami
dillerine dair kürsülerin kurulmasıyla başlamıştır.
Muhtelif
sebeplerle rüzgârın tersine dönmesi ve daha sonra Batı’nın sömürgelerinin yer
altı zenginliklerine el koyması yine sömürge devletlerinden getirdikleri
kölelerin işgücünü de arkasına alarak ilerlemesi akabinde ki şehirleşme, ulaşım
çözümleri büyük mimari yapılar, Osmanlı münevverlerinin içinde bulunduğu vaziyeti
ile buluşunca, bizim bakışımızı Batı’ya çevirmemizi icab ettirmişti. Biz
harbler ile uğraşırken onlar fen ve teknoloji ile uğraşmış, biz ne zaman bu
alanlara girişecek olsak, dış ve onun iç uzantılarının müdahalesi ile
karşılaşmış ve bu işten menedilmişiz. Bu hal bizi iyice batı hayranı olmaya,
batılılaşma fikrine yaklaştırmıştı. Bu dönemde layihalar hazırlanmış bunlar
padişahlara arz edilmiş, bunların bir kısmı basılarak dağıtılmıştır.
Bu
dönemde, bazı münevverlerimiz; “ya garblılaşırız ya mahvoluruz” anlayışı ile batıyı
tamamen imtisali icab eden tek davranış kabul ederken; Bu manada batılı
seyyahların eserlerinde Osmanlılar ile alakalı bazı misaller vererek onları
Medeni (!) ilan etmeleri ise dikkate şayandır. Buna misal olarak A. Slade adlı
İngiliz bir seyyah 1829’da Blonde adlı gemide verilen baloya katılan Türklerin
“medeni tutumu” ile alakalı “ayrılmadan birkaç saat önce medeniyet yolunda üç
büyük adım attılar, kadınlarla dans ettiler, alenen içki içtiler, kumar
oynadılar” demektedir. Diğer bir kısım Osmanlı Münevveri ise kendi
maneviyatımızı terk etmeden batıdan alabileceklerimiz olduğunu söylemekte daha
evvel ödünç verdiğimiz bilim ve teknolojiyi zamanı gelince geri almamız
gerektiği üzerine durmuşlardır. Bu bağlamda “bir dünya görüşünün zaman ve mekân
boyutunda tecessüm ve tezahür etmesi” olarak tanımlanan “Medeniyet”in ne olduğu, kültür, hars, irfan,
dünya görüşü, gibi kavramlar uzun müzakerelere ve münakaşalara mevzu bahis
olmuş bir orta yol bulunmaya çalışılmıştır. Nizam-ı cedit fikri ise sadece
askeri olmayıp mukabele-i bil- misil ve ulu’l emre itaat gibi kavramlar üzerine
oturtulmuş, Osmanlı toplumunun eski alışkanlıklarının bırakılması ve onun
yönünün manevi cephe de ihmal edilmeden - Nakşîliğin Müceddidiyye kolunun da
fikri olduğu gibi – batıya çevrilmesi, oradan alınabileceklerin iktibası ve
Batıdan daha ileri bir seviyeye taşınması hareketi olduğu söylenebilir. Batı
“medeniyet”i, bir zaman medenileşme – şehirleşme olarak anlamış, batı dışı
toplumların ilkelliği üzerine durmuş daha sonra medenilik mikyası sanayileşme
ve sömürgeleşme oranı iken yakın dönemde bu teknolojik üstünlük ile belirlenir
olmuştur.
Geldiğimiz
noktada belki de iki yüz yıllık tecrübe çok bir şeyin değişmediği sanılanın
aksine sekülerizmin, laisizmin bize ilerleme ile alakalı çok bir şey katmadığı
ortadadır. Bunun yanı sıra benliğimizi de maalesef sorgular hale geldiğimiz
aşikâr ve acınacak bir meseledir. Esas itibariyle medeniyeti ifade eden mimari
ve fiziki, ictimai ve siyasi, ilim ve tefekkür olarak batıya yöneldiğimiz
ortadadır. Fakat can alıcı soru medeniyetimizi değiştirerek Müslüman kalıp
kalamayacağımızdır. Halimiz ise ortadadır.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız bizleri hedefimize ulaştırmak için faydalı olacaktır. Şimdiden çok Teşekkür Ederiz...
Siz de çalışmalarınızı, tecrübelerinizi bizimle paylaşın, sitemizde yayınlayalım.
İrtibat: yunuscibiz@gmail.com recepevren34@gmail.com fenci_77@hotmail.com